Ne önemli bir konudur değil mi? Olmazsa olmaz projelerimiz. Peki, nedir bilen var mı? Elbette tanımını biliyoruz fakat ne anlama geliyor onu bilen var mı? Tabi kimin için diye sormak lazım burada. Proje dediğimiz zaman bazılarına göre her şey iken bazılarına göre hiçbir şey.
Her işyeri çalışanı için kimi zaman kâbus, kimi zaman her şey, kimi zaman mecburiyet olan bir konuya değinmek istiyorum. Aslında konuyu sadece proje olarak nitelendirmek belki de yanlış. Genel olarak iş hayatı demek lazım. Fakat gözlemlediğim kadarıyla aralarda farklar olabiliyor. Örneğin normal iş hayatında rutine binen işler yapılıyor ve standart karmaşalar ve standart ego kaygıları gözlemleniyor. Fakat konu bir proje üzerinde dönüyorsa o zaman daha farklı hal ve durumlar gözlemleniyor. Hele bir de -en gözde ismiyle- start up bir proje ise gözler üzerindeyse, beklentiler çok yüksek ise. İşte o zaman tadından yenmeyen durumlar çıkıyor ortaya.
İşin aslına bakarsak nedir peki? İşin kaynağına inecek olursak, bir müşteri tarafından istenen bir işin, bir şirket tarafından görevlendirilmiş bir ekip tarafından çıkartılması ve müşterinin kullanabileceği halde müşteriye sunulması, teslim edilmesidir. Bunun sonunda şirket patronları yüksek meblağlar kazanırken, işi yapan şirket çalışanları kimi zaman bir prim, kimi zaman bir aferin, kimi zaman özgeçmişlerine yazacakları bir proje alırlar. Klasik kapitalist düzen anlayacağınız. Buna zaten sözümüz yok böyle gelmiş böyle giden bir düzen hepinizde biliyorsunuz bunu. İşin korkunç yanı buna hiç ama hiç şaşırmıyorsunuz. Bakın okurken hiç şaşırmadınız hatta “Ee ne var bunda?” dediniz değil mi? Biliyorum bu doğru kabul ettiğimiz berbat bir yanlış. Doğru haline getirebiliyor muyuz? Hayır. O zaman devam edelim.
Proje için çok çalışılmalı, yer yer mesailer yapılmalı hatta zaman zaman sabahlanmalı, hafta sonları verilmeli, haftadaki günler yetmezse özel günlerde verilmeli, bu uğurda her şey mubahtır diyerek tüm ödünler üst üste konarak verilmelidir. Neden peki? Ama bitirmemiz lazımdır, ama bu acildir, ama bilmem ne bey istiyordur, ama müşteri istiyordur, ama sorma yap iştedir. Bir şekilde bir şeydir bu istenen şey. Bu istenen şey için mesai yaparsın, gece çalışırsın, sabahlarsın, hafta sonu çalışırsın, yeri gelir bayramda çalışırsın. Çalışmalısındır. İş bu ama yapmamız lazım denir. Bunu o kadar güzel lanse etmişlerdir ki sadece patronlar ya da yönetim kadrosu değil, iş arkadaşlarında bunu yapar. Hatta bazen arkadaşım dediğin, güvendiğini düşündüğün arkadaş sanılan insanlardan bile yersiz karaktersizlikler görürsün. Peki, şaşırır mısın? Belki biraz evet ama kesinlikle çok değil. Çünkü bilirsin ki iş hayatında kimseye güvenemezsin. Güvenmemelisindir. Güvenin en büyük düşman olduğu bir yerdir iş hayatı. Sahtelik, ikiyüzlülük, riyakârlık, şahsiyetsizlik ve tabi ki arkadan iş çevirmenin yeridir kimi zaman. Kazık yemek mi? Hayır hayır onun adı görmektir. Daha önce göremediğini görmekten başka bir şey değildir.
Peki, bu kadar özverili çalışmanın sonunda ne olur?
Çalışkan bilmem kim denir, gücü simgeleyen hayvan türleri ile gazlanırsın örneğin aslanım kaplanım denir. Sen olmasaydın olmazdı yürü be koçum yürü be yiğidim şeklinde olanları da vardır. Hatta bazen cinsel bir yöne doğru kaydığı bile olur, “senin billuruna kurban” irkilme iyi niyetli söylemler bunlar. Bu gazları almazsan olmaz. Bir derdi var herhalde ya da sorunları var olursun aman diyeyim yapma etme.
Bazen kıdem alırsın. Bilmem ne kıdemlisi olursun, bilmem ne bilmem nesi olursun ya da bilmem ne yöneticisi olursun. Bu sana Antonius gururu verir. Artık sen eski sen değilsindir. Sen artık bir lidersindir, bir komutan. Dediklerini yaptırmalı, yeri geldiğinde emir vermeli yerleri gökleri inletmelisindir. Yeri geldiğinde ise anlayışlı ve sevecen olmalısındır.
Bazen sonuç prim yani para olur. Çok şanslıysan, çalıştığın şirket daha önce gaz ve kıdem ile yürütemediğini, cüzi bir miktar -hani şu yıllık yapılan komik mi komik zam oranları gibi- prim ile yapmaya çalışır. Yapılan işin yüzde bilmem kaçta kaçını mesela. İnce hesaplar girer orada devreye. O kadar karışık hesaplar yapılır ki dinlerken yorulursun. Bizzat başıma geldi. Anlamak yerine o kâğıdı yırtmak daha mantıklı gelmişti. Ha alabildim mi o primi? Elbette hayır. Şirketimiz kar yapmadı dediler ve primleri kaldırdık dediler. Yaptık oldu mantığı yani. Alışkınız ama biz en ufak yönetim biriminden en büyük yönetim kadrosuna kadar her yerde olan şey bu; yaptık oldu, biz istedik oldu…
Ha bir de patronun eşine yeni çıkan ciplerden bir tane alır ya da Çeşme’de bir yazlık alır veya bankaya kürekle para atar orasını bilemiyoruz ve bizi ilgilendirmez. Konunun orası bizimle alakalı değil. Alsın tabi o kadar çalıştı adam, hakkıdır sonuçta. Biz biraz daha fazla çalışalım ki bir tanede Fethiye’den alsın yazlık. Bizim patronumuzun nesi eksik?
Bu sonuçları defalarca kez gördüm, defalarca kez inancımı yitirdim…
Peki, tüm bunlara da tamam, sorun yok. Elbette isyan etmiyorum bunların hepsinin farkındayım bunlara şaşırmıyorum inanın. Bu tip olayları çok fazla gördüm yaşımız büyüdü artık. Bakkalda dondurma dolabına bakarak yalanmıyoruz artık, kilosuyla alıp dolabımıza koyuyoruz, canımız istediğinde yalanabileceğimizi biliyoruz ama yalanmıyoruz artık. Hatta artık almıyoruz bile, istediğimizde istediğimizi alacağımızı biliyoruz, yaşımız o kadar büyüdü. “Peki, ne anlatıyorsun kardeşim sen bu kadar?” dediğinizi duyar gibiyim. Az biraz daha sabredin.
Benim anlatmak istediğim, sistemin işleyişi, patron tarafı ya da hiyerarşi değil aslında. Benim burada değinmek istediğim şey hayat. İş hayatı, özel hayat değil. Bu saçma ayrımdan da midem bulanıyor. Hayat bir tane arkadaşlar. Bilmiyorum farkında mısınız ama hayat bir tane. Kahrol asıca bir tane hayatımız var. Sadece bir kez 24 yaşında olabileceksiniz başka bir 24 yaşınız olamayacak. Başka bir 25 de olamayacak. Peki, ya 23? O da olmayacak. Tek tek geldiğiniz yaşa kadar sayalım mı? Her yaşa sadece bir kez geleceksiniz. Bir daha geriye dönüş olmayacak. Abuk sabuk Hollywood zırvalarında ki gibi bir oynama da olmayacak. Anlatılan ya da gösterilen değil hayat, şu an soluduğunuz an yaşam.
İş hayatı ve özel hayat diye ayırmışlar ve bizlere biçilen standartlarda yaşamaya zorlamışlar bile artık. Bizlerde otomatik bir biçimde yaşıyoruz bu rezaleti. Bunu söylemek bile çok yanlış. Standart olarak sunulan bu hayat olmazsa olmaz olarak adlandırılmış. Bu tip bir işi olmayan yani sabah sekiz akşam beş olmayan bir insana serseri gözüyle bakılıyor. Özellikle bizim toplumumuzda bu tip bir insana adam gözüyle bile bakılmıyor. Her sabah kalkılacak, giyinilecek süslenecek, kadınlar sözde kadınsı, erkekler sözde erkeksi, traşlı, makyajlı ve olabildiğince topuklu olarak, toplu taşıma denilen tekerlekli ahırlara binilecek, bir öğün parası ile kâğıt bardakta sözde bir kahve alınacak, granit kaplı beton yığınlarının arasına girilecek, sahte gülücüklere olabildiğince doğru cevaplar vererek sözde yaşayacağız. Her şeyimiz ne kadar sözde fark ettiniz mi? Ne kadar da olması gerektiği için yapılan. Ne kadar da dolu gibi görünen boşlardan değil mi?
Zaten zengin olanlara daha fazla zenginlik verebilmek için, bir daha asla yaşayamayacağımız anlarımızı çalışmak adı altında harcayacağız. İşte sistemin bizlere sunduğu hayat arkadaşlar. Güzel, elit, şık, şirin ve olması gereken daha doğrusu olması gereken gibi gösterilen, yıllardır bizlere öyle olduğuna inandırılan yalanlardan. Hepimiz ne kadar da klas insanlarız değil mi? Takım elbiselerin arasında, pahalı ayakkabılarımızla çok şık ve çok kaliteliyiz. Kahkahamız bile farklı, yürüyüşümüz bile daha asil sanki. Konuşmamız ne kadar da medeni. Yemeklerimiz ne kadar lezzetli, hepsinin ayrı çatalı var yediklerimizin. Bizler ne kadar da güzel yaşıyoruz değil mi? Bu his bize ne kadar güzel verilmiş değil mi? Bak çalış ve bu yaşamı al. Bu yaşam çok güzel sende gel!
Plazaların arasında yürü, sahte toplantı ortamlarında sahte gülücükler at. Takır tukur topuklunla dolaş masaların arasında. Arkadaşlarınla bilmem ne dizisinden bahset. Dünkü maçta bilmem kim ne gol attı diye sevin. Bilmem neredeki bilmem neciye gidelim bu öğlen diye program yap. Programı mutlaka yap ama o çok önemli. Sen elit bir şehirlisin. Her şeyin planını programını yap, sonra kendi kendine bir rapor ver. Yılda iki hafta olan tatil denilen sözde özgürlüğünü planla. Tabi bu hayat senin değil ki zamanını doyasıya harcaya bilesin. Bu onların satın aldığı hayatlardan biri sadece. Sana verilen iki hafta var tatil denilen ama onu da iptal edebilirler. Ne kadar güzel değil mi? Kendi yaşamında esir gibi yaşamak.
Her gün defalarca kez, defalarca an, defalarca nefes hep aynı şeyler hep aynı yaşamlar hep aynı yitirilenler. Evet, farkında olanlar var elbette. Ama sadece lanet bir an. Sonrasında yine aynı düzene kalınan yerden devam ediyor. Ta ki en sona kadar. Her şeyin anlaşıldığı ama işin işten çoktan geçtiği ana kadar. O an geldiğinde yaş altmış beş olmuş oluyor ve emeklilik denilen ölümden önceki son durakta beklenmeye başlanıyor. Ondan sonra yaşa işte hayatını! Ne kadar kaldıysa yaşa işte özgürsün sen artık. İpini bıraktılar. Çünkü artık işe yaramaz bir posadan başka bir şey değilsin. En acısı ise bunu sende anladın. Posan kalana kadar çalıştırdılar, alacaklarını aldılar ve senden aldıkları zamanına para verdiler.
Hadi o paraları zamana ver sana günler, sana aylar, sana seneler versin. Hepsini geçtim sana saniyeler versin. Hadi ver paralarını ve lanet bir saniye al zamandan kendine. Bu lanet ömrümde bir saniye geriye gidiyim de. Şu kırışmış tenimden, ağarmış saçlarımdan, dökülen dişlerimden değil, gençliğimden bana bir gün ver de. O günü kızımla geçireceğim de, o günü annemle geçireceğim de o günü koşarak geçireceğim de, nereye gittiğimi bilmeden koşacağım de. Sadece bir gün de. Lütfen de. O gelmiş geçmiş tüm ilahların belası kâğıtla bir saniye satın al yaşamdan. Ne yapacağımı bilmiyorum de. Yaşamayı bilemediğim gibi o saniyeyi ne yapacağımı da bilmiyorum de.
Olmaz değil mi? Evet olmaz zaten olması imkânsız değil mi? Ama bize ne dediler imkânsız diye bir şey yoktur! Biz her şeyi yaparız çok çalışmalıyız. Tamam, o zaman siz çalışın ben bakıyorum. İmkânsız yoktur evet doğru. Kişisel gelişim zırvalarınızla yalvarırsınız zamanı geldiğinde zamana. O zaman anlar mısınız acaba ne kadar da aciz olduğumuzu bu hayatta?
Her an her saniye bir anlam yüklemeye çalıştığımız yaşamımızda, o an geldiğinde çaresizliği gördüğümüzde, ne bir inanç kalıyor ne bir destek olacak dal değil mi? Hayal edemediğimiz o kadar çok şey varken, bir de üstüne yokluk geliyor. Aslında ne kadar da yokmuşuz bizler. Yaşamın sonu geldiğinde hiçbir şeyin durmadığını gördüğümüzde, hayatın bir gün bittiğini ve biter bitmezde bizim için olmasa da devam ettiğini gördüğümüzde. Pardon onu biz göremiyoruz. Ama devam ediyor biliyorsunuz. Binlerce milyonlarca kez gördünüz değil mi değişmez gerçeği, ölümü.
Sizi bilmem ama inanın ben şimdiden çok zorlanmaya başladım. Bir daha gelemeyeceğimi bildiğim bir hayatta aslında hayatta olamamaktan. Ama biz yaşıyoruz da çalışıyoruz da bizim durumumuz hiç öyle değil dediğinizi duyar gibiyim. Kendini kandırabiliyor olmak o kadar güzel ki. Hele bir de buna sorgusuz sualsiz inanıyor olmak. Gerçekten çok güzel, sakın bozmayın, bozulmasına da izin vermeyin. Ne kadar az düşünürsek o kadar az üzülürüz.
Umutsuz bir yazı olarak düşünmeyin. Her zaman yapılacak bir şeyler vardır elbette. Mühim olan farkında olarak yaşamak belki de. Bir an gelir her şeyi çok geride bırakıp, çok başka bir esarete gideriz belki. Hatta daha büyük bir gerçeğimiz olur ve özlemle hayalinin kurulduğu her ne ise o olur bizim gerçeğimiz. Hayatım dediğiniz gerçekten hayatınız olur. Zamanlarını kimsenin satın almadığı, alamadığı bir hayat.
Yaşadığımız bu dönemde belki de en önemli şeylerden biri bu. Farkında olduğumuz kadar belirginleşiyor bazı şeyler. Kutuplaşmadan, fanatizme kaymadan yolda yürümenin bile imkânsızlaştığı toplumumuzda bu tip bir yazı bile çok ama çok yanlış anlaşıp, yanlış yerlere çekilebilir. Elbette farkındayım bunun, ama yazmasaydım, içime yazacaktım.
Hadi şimdi erken yatın, yarın iş var…